Araştırma ve ödevleriniz için her türlü kaynağı ve dokümanı En Geniş Araştırma ve Ödev Sitesi: www.arsivbelge.com ile bulabilir ve İsterseniz siz de kendi belge ve çalışmalarınızı gönderebilirsiniz!
Her türlü ödev ve dokümanı
www.arsivbelge.com ile kolayca bulabilirsiniz!

Araştırmalarınız için Arama Yapın:


Araştırmalarınız için Arama Yapın:

  
                    

Frankfurt Okulu ve Pozitivizm Eleştirisi
www.arsivbelge.com
Frankfurt Okulu ve Pozitivizm Eleştirisi dokümanıyla ilgili bilgi için yazıyı inceleyebilirsiniz. Binlerce kaynak ve araştırmanın yer aldığı www.arsivbelge.com sitemizden ücretsiz yararlanabilirsiniz.
Frankfurt Okulu ve Pozitivizm Eleştirisi başlıklı doküman hakkında bilgi yazının devamında...
Ödev ve Araştırmalarınız için binlerce dokümanı www.arsivbelge.com sitesinde kolayca bulabilirsiniz.

FRANKFURT OKULU ve POZİTİVİZM ELEŞTİRİSİ 

 

“Bilimsel hakikat fikri, hakiki bir toplumun hakikatinden ayrılamaz”

                                                        Adorno 

FRANKFURT OKULU

            Felix Weil adlı solcu bir doktora öğrencisinin bir projesi olarak başlayan Frankfurt Okulu’nun macerası, resmi kimliğini 1923 yılında Frankfurt üniversitesinde kurulan “Toplumsal Araştırma Enstitüsü”yle kazanmıştır. Weil’e göre bu projenin amacı “Marksizm içindeki çeşitli akımlara bir tartışma imkanı vererek ‘doğru’ yada ‘saf’ bir Marksizm’e ulaşmaktır.” Bu nedenle, yarı özerk bir kurum olarak hayat bulduğunda proje, kurumun başına partisiz, ama ortodoks bir Marksist teoriysen olan, Viyana Üniversitesinden hukuk ve iktisat hocası Carl Grünberg getirilerek koruma altına alınır  (Ama açılış konuşmasında, amaç ve yöntem belirlemede savunduğu “yöneticinin diktatörlüğü” ilkesi, Weil’in önem verdiği hoşgörü yada tartışma ortamına geçit olmadığı anlamına geliyordu). Onun çıkardığı “Grünberg Arşivleri” adlı dergi, artık Enstitü’nün yayın organı olarak çıkmaya başlar. Dergide felsefi metinlere yer verilmekle birlikte, asıl çalışma alanı ekonomi politik, güncel iktisat ve işçi hareketi tarihidir.

            1929, Grünberg’in emekliye ayrılıp, yerine Horkheimer’in getirildiği ve Pollock’un da idari müdür olduğu yıldır. Açılış konuşmasında Horkheimer, Marksizm’in ekonomik yorumuna ve her türlü ampirik araştırmayı dışlayan dogmatizme karşı durur. Aynı konuşmada Enstitü’nün uğraşacağı konular daha açık bir hal kazanır: “Toplumun ekonomik hayatı ile bireyin psikolojik gelişimi ve dar anlamıyla kültürel değişmeler arasındaki karşılıklı ilişkiler”. Ona göre bu üç süreç arasındaki ilişkinin incelenmesiyle “tikel varoluş ve tümel akıl, gerçeklik ve düşünce, hayat ve tin arasındaki ilişkiler” sorunu da bilimsel bir temele oturtulabilir. Araştırmaların ağırlığı artık “alt yapı” ile “üst yapı” arasındaki ilişkiye kaymıştır. Horkheimer döneminde, Grünberg’in pek önemsemediği psikoloji üzerinde yoğunlaşılmıştır. Bu dönemde Enstitü’nün kadrosunda Marcuse, Erich Fromm, Leo Löwanthal, Pollock ve Adorno vardır.

            Ancak 1934’te Enstitü, Amerika’ya sürgün gitmek zorunda kalır, çünkü güçlenen Faşizm onların Almanya’da barınmalarını engellemiştir. Amerika’da  Otto Kircheimer ve Franz Neumann da kadroya dahil olur. Bu aşamadan sonra (Enstitü’nün 1950’de Almanya’ya dönüşünden sonra da) Frankfurt Okulu yada “Eleştirel Teori” olarak bilinen düşünceler toplamı bu kadronun ama en çok da Horkheimer, Adorno ve Marcuse’ün ürünüdür.

ELEŞTİREL TEORİ

            Frankfurt Okulu her ne kadar Marksist çizgide yer almışsa da (ki bu, pek çok kişi için tartışmalıdır), Marksist teoriyi sıkı bir eleştiriye tabi tutmuşlardır. Çünkü onlara göre Marx’tan bu yana kapitalizm köklü değişimler geçirmiştir, dolayısıyla Marksizm’in kavramları baştan sona gözden geçirilmeli, hatta tümüyle değiştirilmelidir.

            Bunun için de onlar toplumun yeniden bir analizine, ama yine Marksist bir bakış açısı altında yanlışları, irrasyonellikleri betimleyerek, “üst yapı”ya yönelmişlerdir. Engels’in deyimiyle koşullar uyarınca zorunlu olarak aşırı vurgulanan ekonomik determinizm de onların kritiğinden kurtulamamış, hatta Marx’taki sınıf çelişkisi yerine insan-doğa arasındaki çelişkiyi koymaya çalışmışlardır. Frankfurt Okulu için “Doğaya ait nesnelerin bağımsız birer varoluşa sahip olduklarını ve bunun böyle sürdürülmesi gerektiğini; fakat bunların özne durumundaki insan ile dolayımlı etkileşimde bulunmak durumunda olduklarını unutmamak gerekir”. Doğa insanlaştırılmalı ve insan doğallaştırılmalıdır ama bunun, herhangi birinin diğerine indirgenerek yok edilmesi pahasına yapılmaması gerektiği görüşündedirler.

            Habermas’a göre Marx’ın öngördüğü bir şekilde devrim gerçekleşmeyecektir, çünkü bugünün işçi hareketi, toplumsal değişmenin baş aktörü değildir. Örgütlü kapitalizmde, ekonomide devletin müdahalesi artmış, sınıf çatışması çökmüş, sınıf bilinci parçalanmış ve hatta “sınıf uzlaşması” örgütlü kapitalizmin yapısının bir parçası haline gelmiştir. Ona göre herhangi bir sınıf bilinci, özellikle devrimci bir sınıf bilinci, bugün işçi sınıfının ana tabakalarında bulunmaktadır.

            Pollock’a göre kapitalist sistemin kendi içinden çökeceği sonucuna varan bir bunalım teorisi yanlıştır. Çünkü bunu engelleyecek, kapitalist toplumdaki çelişkileri ilelebet korumayı, sürdürmeyi sağlayacak, hükümet güdümündeki planlı ekonomi uygulamaları giderek yaygınlaşmıştır.

            Marcuse da benzer bir tutum içindedir. Ona göre Marx’ın “Proleterya’ya dayalı devrim” görüşü geçersizdir. Çünkü artık hem işçi sınıfı uyarlanmış ve pasifize edilmiş, hem de daha temelde burjuva ve proleterya, etkili tarihsel özneler olarak ortadan kaybolmuşlardır. Egemen güç, bilimsel-teknolojik ussallıktır. Artık onun egemenliği söz konusudur.

            Kritik Teorinin öğretisi çoğunlukla “proleteryasız Marksizm” olarak betimlenmektedir. Ancak şunu gözardı etmemek gerek ki Eleştirel Teori, Marksizm’in bir eleştirisi olduğu için değil, onların felsefe ve toplumbilimlerdeki yöntemleri nedeniyle bu isimle anılır. Marksizm eleştirisi onların hem çıkış noktası, hem de toplum analizlerinin sonuçlarıdır.

POZİTİVİZM ELEŞTİRİSİ

            Frankfurt Okulunun pozitivizm eleştirisi, çoğunlukla eleştirel teorinin bir sorumlusu olarak belirmektedir. Pozitivizm eleştirisi çözümlememde, yine de onların çok sıkça uğraştığı Eleştirel Teori meşrulaştırmalarına fazla değinmeyeceğim. Ayrıca daha çok Horheimer’in görüşleri üzerinden yapacağım inceleme de Adorno ve Habermas’tan nedir olarak da olsa yararlanacağım. Yer ve zaman darlığı ve Horkheimer’in pozitivizim eleştirisine daha derli toplu ulaşama isteğidir beni bu seçime iten; yoksa onun eleştirisinin Frankfurt Okulunun çizgisine daha yaraşır olduğu yada daha iyi bir eleştiri yaptığı iddiasına dayanmıyor bu seçim.

            Habermas, Marx’ı, pozitivizme büyük öncelik vermiş olmakla suçluyordu. Böylelikle dünyanın gelişmesi ve etkinliği tek boyuta indirgenmiş oluyordu. Marx ve sonraki Marksistler, topluma ilişkin çalışmaları bir bilim olarak ele almakla, karakteristik bir ikileme sürükleniyordu ona göre. Bu, kapitalizmin, doğa bilimlerindeki determinizme uygun olarak değiştiğini yazmakla başlıyordu. Ve bu determinizm, kendi kaderimize etki,n bir şekilde müdahale gibi bir şeyi anlamsız kılıyordu. Çok açık ki, toplumu doğa bilimlerindeki kanunlar gibi “katı kanunlar”a göre değişen bir şey olarak tanımlamak, insanın kendi üzerinde düşünümü olduğunu ihmal eder. Yani insanın, kendi tarihi üzerine düşünme ve tarihin akışını bu düşünümü kullanarak değiştirme gücüne sahip olması determinizm içinde düşünülemez. Bu nedenle de toplum bilimlerini, doğa bilimleri temelinde biçimlendirmeye çalışan pozitivizm ve diğer felsefeler hatalıdır. Toplum bilimlerindeki pozitivist anlayış, bu anlamda toplumsal değişmeyi tam olarak açıklayamadığı gibi, anlayışından kaynaklı olarak bu değişmeyi göremez bile.

            Pozitivizmin bu sonucunu Adorno da eleştirir. Adorno, pozitivizmin metodolojik düşünme idealleri ile toplumbilimlerine dalarak, insanı şeyleştirdiğini, bunu da ötesinde, insani yaşamı, “Terimlerin” yada “terminolojik düzenin” egemenliğine mahkum ederek, yaşadığımız koşulların insansallaştırılmasına sekte vurduğunu belirtir. Çünkü kavramsal düzenin yapısını, şeylerin yapısı yada ilişkileriyle özdeş saymak; kavramları denetleyebildiği oranda insanın da denetlenebilirliğini tesis eder.

            Bilimlerin hızlı gelişimi ve ulaştığı başarılar, onu, düşünce dünyasında da epey göz önüne alınan, kavramların kuramlarda kullanılmasını popüler kılan bir etkinlik haline getirmiştir. Ve August Comte ile başlayan pozitivist gelenek, diğer bütün alanların, yerini bilime bırakması gerektiği düşüncesindedir. Onlar için bilim, çözülememiş sorunları çözüme kavuşturabilecek (zaten bazı çözümsüzlükleri de anlamsızlıkları nedeniyle rafa kaldırarak), bunalımları aşabilecek güçtedir. Mitoloji, teoloji, metafizik gibi alanlar yalnızca insanlığı oyalamakta, hatta geriletmektedir. O halde insanlığın sarılacağı en iyi ve tek ilerleme aracı bilimdir. Felsefe de bilimsel bir boyut kazanmalı, bilimin yöntemleriyle etkinliğini gerçekleştirmelidir. Horkheimer, bu anlayışa, teknolojinin yol açtığı yıkımları örnek göstererek karşı koyar. Ve “bilim, iyi amaçlara hizmet edecekse bile bu, bugün izlenen yolla olmayacaktır” der. Ona göre modern pozitivistler, doğal bilimleri, en başta da fiziği doğru düşünmenin yöntemine bir model olarak görüp; yaşamın insanileşmesine, kültürün gelişimine katkıda bulunan hümanist bir yaklaşımda olduklarını iddia ederler. Ama bilim her ne kadar büyük tarihsel değişimlerde pay sahibi olmuşsa da, bu onun insanlığı kurtaracak tek güç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bilim, toplumsal yaşamda iyileşmeyi sağlayan gelişmeler kadar, ölümleri yaratan gelişmeleri de doğurur. Bu anlamda, bilimle kültür arasındaki ilişki “zorunlu olarak olumlu” değildir. (Zaten Horkheimer için insani doğruluğun, bilim ve kültür olarak ikiye bölünmesi de eleştirilmesi gereken toplumsal bir üründür.)

            Bilimin yapıcı yönü, pozitivist bir yaklaşımla ortaya çıkartılamayacaksa, yada bugünkü anlayış bunu zorlaştırıyorsa, bugünkü bilim anlayışı her geçen gün hayatımızın daha geniş alanına yayıldığına ve yaşamın tümünü hemen hemen fethettiğine göre, Adorno için onu iyi anlamak ve insani olandan uzak tutmak gereklidir.

            Horkheimer ve Adorno, pozitivizmin doğal bilimlerin yöntemini toplumbilimlere uyarlama çabasıyla, aslında tamamen gerçeğe aykırı olan, daha doğrusu yine modern bir yanlış kavramlaştırmanın sonucu olan olgulara başvurmakta, toplumsal öğeleri şeyleştirerek onlar arasındaki ilişkileri “olgu”sallaştırmakta, ama bunu yaparken modern kavramlaştırmanın bir hatası olan “gerçekliği gizleme”ye hizmet etmektedir. Horkheimer, olgu kavramının toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü olduğunu söyler. Adorno’ya göre, pozitivizmin başvurduğu soyutlamalar, insanın insanı denetlemesi, sömürmesi gibi çıkar çatışmalarının üstünü örtmektedir. Zaten Eleştirel Felsefe tam da bu çatışmaları ve onları yaratan, aynı zamanda onlarla yaratılan değerleri yüzeye çıkarmaya çalışmaktadır. Çünkü modernite yüzeysel olanı yüzeyde tutmaya çalışmakta, yalnızca onunla ilgilenmekte ısrar etmektedir.

            Pozitivizm bilimsel görüşü hakim kılmaya çalışırken, aslında hakim olan ideolojinin “bilimsel görüşü”ne sarıldığının ayrımında değildir. O kendini, kendisiyle ilgili şeyleri gerekçelendirmesinden muaf tutar. Böyle olduğu oranda da, eleştirel teoriye göre, dogmatik olmakla eleştirdiği diğer tüm felsefelerle aynı konumda durmak zorundadır. Eğer bilimin ve doğruluğun tanımı yine bilimsel doğrulara ulaşma yöntemlerine dayanacaksa, bilimin ve doğruluğun ne olduğunu belirleyemez durumda kalırız. Horkheimer bilimi, onun öteki zihinsel güçlerden ve faaliyetlerden farklılığını, özgül alanlara bölünüşünü, kural ve işlemlerini, içeriğini ve örgütlenmesini, ancak hizmet ettiği toplumla ilişkili olarak anlayabileceğimizi belirtir. “Pozitivizm, felsefi teknokrasidir” der. Çünkü “pozitivistler  mühendisleri, somutun filozofları olarak görmektedirler. Felsefe, izin verildiği kadarıyla, bilimin bir türevidir ve mühendisler de bilimin uygulayıcılarıdır.”

            Pozitivizm mutlak bilimciliğe sarılıp, örgütlenmiş bilimin postülatlarına tam bir uyum göstermeyen her düşünceyi dışlamakla, aslında modern bilimin içine, hakim ideolojiler olan liberalizm ve otoretizmi sokmaktadır. Bu yolla aslında aralarında keskin bir ayrım olmak bir yana, birbirleriyle ilişkili bu iki anlayışın, “akıldışı dünyanın kurumlarında denetimin rasyonelleşmesine yardımcı olmaya başladı. En basitinden, doğrulukla bilimin özdeşliğini savunarak düştüğü dogmatizmi görmezden gelip, dogmatizme karşı durmaya devam ederek. Dahası bu dogmatizmin üzerine kurulu mutlak bilimi, tek yetkili ilan ederek kendini, insani olana uygulayıp, yaptığı soyutlamalarla az önce de belirttiğim çatışan çıkarların üzerini örtmesi ve bireysel olan üzerine yaptığı pragmatik genellemelerle (ki kapitalist pragmatizm dönemin hakim ideolojisi olarak bilime de sızmıştı) “tekil üzerinde, toplumun şiddete uğrayan üyeleri üzerinde denetim kurmasıyla….”

            Horkheimer’e göre kendi gerekçelendirmesinden kaçan pozitivist anlayış, felsefeyi yalnızca bilimsel yöntemlerle sınırlandırarak, özerk bir felsefeyi ve felsefi bir doğruluk kavramını yadsımakta; bu yolla da bilimi tarihsel gelişmelerin rastlantılarına bırakmaktadır. (Habermas, bununla ilgili olarak bir doğruluk analizi yapar. Bu analiz daha çok mantıkçı pozitivizme karşı sayılabilir) çünkü ona göre bilim, tarihsel olarak farklı niteliklere sahip olur ve pozitivizm de bilimin belli bir aşamada sahip olduğu niteliğini yansıtır. “Kesin çizgili doğruluk tanımları ve kılavuz ilkeler sunarak kültürel ortama bir süre için egemen olan bütün düşünceler ve sistemler gibi, yeni pozitivizm de bütün kötülükleri kendilerininkine karşıt olan doktrinlere yüklemektedir. Suçlamalar, yürürlükteki siyasal biçimlere göre değişmektedir” der Horkheimer. Ona göre bugün düşünce, kendini doğruluğuyla değil, belli bir kurumlaşmış guruba yararlı oluşuyla meşrulaştırmak zorunda kalmaktadır. İdealistler ticari kültürü, ona daha yüksek bir anlam yakıştırarak yüceltirken; pozitivistler bu kültürün temel ilkesini (pragmatizm) doğruluk ölçütü almakla yüceltmektedirler onu. “Modern aydınların topluma karşı suçu, toplumdan uzak durmaları değil, düşüncenin çelişki ve karmaşıklıklarını sözde “sağduyunun” kaprislerine feda etmeleridir.”

            Dogmatizme saldırdığı halde dogmatikliğinde ve bunu görmemekte ısrar eden, gerekçelendirmeyi yüceltirken kendi adına tüm gerekçelendirmelerden kaçan pozitivizm, hakim pragmatizme, araçsallığa sarıldığı oranda, hakim yapıyı beslediği ve aynı zamanda bu yolla gerçekliğin, toplumdaki çatışmaların üzerini örttüğü  oranda onun gelişimini engellediği için Frankfurt Okulu tarafından mahkum edilmiştir. İşte, Adorno’nun betimlediği biçimde Eleştirel Teori bunun karşısında bir anlayışa sarılacaktır.

            “Bu anlayıştaki felsefe, gerçekliğin hakiki biçimde görünmeye zorlanabileceği fikriyle dev sistemler üretebilecek ve böylece klasik doğruluk ve probleminin nasıl çözülebileceğini gösterecektir. Teori, toplumu olduğu gibi betimlediği sürece, hakiki olmayanı ve yanlışı da betimleyecektir. Teorinin, bu betimlemeyi gerekçelendirebilmesi, ancak kendini eleştiri olarak ifade ederse mümkündür. Teori olarak eleştiri, toplumsal şartlarla bağlantılıdır.” Ona göre felsefe ve toplumbilim birleşmelidir.


Ekleyen:Ümit SERT
Kaynak:(Alıntıdır)
Aradığınız Dokümanı Bulamadıysanız, Farklı Araştırmalar Yapmak İstiyorsanız Site İçi Arama Yapabilirsiniz!

Ödev ve Araştırmalarınız için www.arsivbelge.com Sitesinde Kaynak Arayın:

Ödev ve Araştırmalarınız için Arama Yapın:
     Benzer Dokümanları İnceleyin
Feminist Edebiyat Eleştirisi ve Feminist Eleştiri(5377)

          Tanıtım Yazıları
      
Türkçe İtalyanca ve Almanca Cümle Çevirisi İçin Birimçevir Sitesi

Esenyurt, Beylikdüzü ve Kartal Bölgelerinde Satılık Daire İlanları

Belge Çevirisi

Siz de Tanıtım Yazısı Yayınlamak İçin Tıklayın

Diğer Dökümanlarımızı görmek için: www.arsivbelge.com tıklayın.          

Siz de Yorum Yapmak İstiyorsanız Sayfanın Altındaki Formu Kullanarak Yorum Yazabilirsiniz!

Yorum Yaz          
Öncelikle Yandaki İşlemin Sonucunu Yazın: İşlemin Sonucunu Kutucuğa Yazınız!
Ad Soyad:
          
Yorumunuz site yönetimi tarafından onaylandıktan sonra yayınlanacaktır!