Araştırma ve ödevleriniz için her türlü kaynağı ve dokümanı En Geniş Araştırma ve Ödev Sitesi: www.arsivbelge.com ile bulabilir ve İsterseniz siz de kendi belge ve çalışmalarınızı gönderebilirsiniz!
Her türlü ödev ve dokümanı
www.arsivbelge.com ile kolayca bulabilirsiniz!

Araştırmalarınız için Arama Yapın:


Araştırmalarınız için Arama Yapın:

  
                    

TÜRK - BULGAR İLİŞKİLERİ ( 1918-1923 )
www.arsivbelge.com
TÜRK - BULGAR İLİŞKİLERİ ( 1918-1923 ) dokümanıyla ilgili bilgi için yazıyı inceleyebilirsiniz. Binlerce kaynak ve araştırmanın yer aldığı www.arsivbelge.com sitemizden ücretsiz yararlanabilirsiniz.
TÜRK - BULGAR İLİŞKİLERİ ( 1918-1923 ) başlıklı doküman hakkında bilgi yazının devamında...
Ödev ve Araştırmalarınız için binlerce dokümanı www.arsivbelge.com sitesinde kolayca bulabilirsiniz.

TÜRK - BULGAR İLİŞKİLERİ ( 1918-1923 )

 

Türk-Bulgar ilişkileri, bütün ülkeler arası ilişkiler de olduğu üzere koşullara ve çıkarlara bağlı olmuştur. Buna bağlı olarak da inişli çıkışlı bir çizgi izlemiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kötüleşen ilişkiler, 2. Balkan Savaşı sonrasında farklı bir mecraya girmiştir. Konuyla ilgili olarak gazeteci Sayın Rıdvan Tümenoğlu şunları söylemektedir:
“Bulgaristan dört komşusundan üçü ile düşman olarak savaşıyor ve geçmişten gelen ciddi sıkıntıları var. İşte Romanya’yla Doburca bölgesiyle ilgili bir beklentisi var kaybeden tarafta Sırbistan’la yine o dönemin Sırbistan’ıyla Makedonya işlerinde ciddi bir sıkıntısı var yine Yunanistan’la hem batı Trakya hem Makedonya konusuyla ciddi sıkıntıları var. Birinci Dünya Savaşından sonra komşuları içinde Bulgaristan’ın dost en azından dost olarak görebileceği savaşmadığı tek ülke Türkiye”

Evet, eski müttefikleri Yunanistan, Sırbistan ve Romanya artık Sofya’nın düşmanlarıdır. Doğal olarak Bulgaristan için tek bir seçenek kalmıştır. Eski düşmanı Türklere yaklaşmak. Bulgaristan Krallığı İstanbul Başkonsolosu Todor Markov, konu hakkında şu düşünceleri dile getirmektedir:

“Savaş yüzünden öteki komşularımızla olan ilişkilerimiz ve etrafımızda teşkil ettikleri düşman çember koşullarında bize ancak doğu yönünden soluk alabileceğimiz tek bir kapı kalıyor. Bu da pek çok defa bize karşı iyi tutumunu sergileyen Türkiye’dir.”

Seçeneksizlik ve zoraki dostluk… Üç tarafı düşmanlarla çevrili olan Bulgaristan’ın Türkiye’ye yaklaşmak, Türklere dostluk kurmaktan başka bir çaresi yoktur. Hele işin içine bir de kaybedilen toprakların geri alınması girince… Böyle bir durumda gerekli olan tarafsızlıktan çok dostluktur. Çünkü söz konusu olan birden fazla düşmanla mücadeledir… Bunun ne demek olduğunu Bulgaristan bizzat, İkinci Balkan Savaşı’nda 3 ülkeyle birden savaşarak yaşamıştır. Doğal olarak kaybettiği toprakları, özellikle de sıcak denizlere çıkışını sağlayan Batı Trakya’yı geri alabilmesi, bir daha o “ulusal felaketi” yaşamamsı için İstanbul’un dostluğuna ihtiyacı vardır. Tarafsızlığına değil…

Gelişmelerden Osmanlı Devleti ve Türkler de memnundur. En azından şimdilik batı sınırındaki komşularından birinin düşmanlığından kurtulmuştur. Doğal olarak en azından şimdilik sadece bir ülkeyle savaşmak zorunda kalacaktır. İki ülke arasındaki dostluk ve işbirliği 6 Eylül 1915’te imzaladıkları Sofya Anlaşmasıyla yeni bir boyut kazanır. Prof. Dr. Yusuf Sarınay ortaya çıkan bu işbirliği ve dostlukla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bu süreçte 1915’te iki ülke arasında ittifak imzalanarak birinci dünya savaşında kader birliği yapılmıştır. Bu savaşın sonunda hem Osmanlı devleti hem de Bulgaristan savaştan mağlup olarak çıkmış ve aynı kaderi paylaşmışlardır.”

Evet, savaşın başında çıkarları için kader birliği yapan iki ülke, savaş sonunda da yine aynı kaderi yaşarlar. Ancak bu sefer yaşanan, yenilgi, işgal ve perişanlığın; kısaca her anlamda tükenmişliğin yarattığı zorunlu kader birliğidir. Hem Sofya hem de İstanbul, kaybettikleri toprakları geri alabilmek amacıyla ortak düşmanlara karşı aynı cephede Birinci Dünya Savaşı’na girerler. Peki, ama beklediklerini, umduklarını buldular mı?

Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Birinci Dünya Savaşı’nda aradıklarını bulamazlar. Dahası, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olurlar. Bırakın kaybettiklerini geri almayı ellerindekileri bile kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Şimdi ellerinde kalan son toprak parçası, vatanları da tehlike altındadır. Kaderleri emperyalist devletlerin iki dudağı arasındadır. Peki, savaşta ve sonrasında kader birliği yapan iki ülke ve ulus arasında işbirliği ve diplomatik ilişki ne durumdaydı?

Versay Sistemi… Galiplerin Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyayı yeniden biçimlendirmeye çalıştıkları düzenin adı… Evet, Birinci Dünya Savaşı sonunda galip ülkeler yani müttefikler, dünyayı çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirirler. Mağlupların galiplerle olan ilişkisi kadar onların birbirleriyle olan ilişkilerini de belirlerler. Bu konuda yaptıkları ilk iş, birbirleriyle olan resmi yani diplomatik ilişkilerini kesmek olur. Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli konu ile ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:

“Birinci Dünya savaşı sonrasında Almanya’nın müttefiki olarak yenik çıkan Osmanlı devleti 30 Ekim 1918’de Mondros’u, yine ha keza Bulgaristan da Selanik anlaşması 29 Eylül 1918 de tarihli Selanik anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı. Bu anlaşmalar hem iki ülkenin de siyasi gücünü tamamen askeri gücünü tamamen ellerinde almak kalmayıp aynı zamanda müttefiklerinde birbirleriyle temasıyla yasaklayan anlaşmalardı.”

Evet, artık müttefiklerin birbirleriyle doğrudan diplomatik ilişki kurması artık yasaktır. İki ülke bunun yerine savaşa taraf olmayan üçüncü ülkeler aracılığıyla ilişkilerini yürütebileceklerdir. Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’daki çıkarlarını İspanya; Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’ndeki çıkarlarını ise İsveç büyükelçiliği takip edecektir.

Aslında bu, iki ülke ilişkilerinde milattan başka bir şey değildir. Çünkü bu yasaklama ile iki ülke arasındaki ilişkilerin seyri değişecek, resmi ilişkilerin yerini gayrı resmi ilişkiler, İstanbul’un yerini de Ankara alacaktır. Kısaca iki ülke ve iki ulus kaderlerini yeniden birleştireceklerdir. Hem de müttefik ülkelerin hiç ummadıkları şekilde. Peki, ama neden? Buna yanıt vermek için gelin isterseniz önce iki ülkenin ekonomik, siyasi sosyal durumuna bakalım. Konu ile ilgili olarak Doç. Dr. İbrahim Yalımov şunları söylemektedir:

“Tabi savaş sona ermezden biraz önce Bulgaristan da gerilim artıyor, Vladaya ayaklanması diye ayaklanma başlıyor. Ordu, güneybatı Bulgaristan’dan yola çıkan, işte orada Sofya yakınlarında Vladaya’ya kadar geliyor. Fakat ayaklanma başarısız. Eee ekonomi çökmüş, hatırımda kaldığı kadarıyla o zaman ki sanayi işletmelerinin %30’u tamamen çalışmaz duruma gelmiş, ötekilerinin de üretimi azaltılmış. Toprağın büyük bir kısmı işlenilmiyormuş. Aynı zamanda biraz kuraklık olmuş o yıllarda, çiftçiler bir zor duruma düşmüş şimdi tam net olarak size söyleyemem, fakat açlıktan, ne bileyim hastalıktan ölenlerin oranı artmış.

Aslında Türkiye’de de değişen bir şey yoktur. Yaklaşık son iki asırdır yaşanan var olma savaşı ülkeyi ve insanını bitirip tüketmiştir. Nüfus azalmış, yaşanan sürgünler nedeniyle milyonların iskânı sorunu ortaya çıkmış, açlık ve sefalet her tarafı sarmıştır. Hiç kimse ertesi gün güneşin doğuşunu görüp göremeyeceğinden emin değildir. Kısaca yarın diye bir şey yoktur, yaşanan sadece o andır.

Bir tarafta galipler ve diğer tarafta mağluplar… Yani bir tarafta kendilerine kesilecek faturayı ödemeyi bekleyen bitmiş, tükenmiş durumdaki Türkiye ve Bulgaristan diğer tarafta ise ellerini ovuşturan müttefikler… Bulgaristan ve Türkiye’nin galip devletler ve işbirlikçileri Yunanistan’la tek tek mücadele etme şansları yoktur. Bir taraftan çökmüş ekonomilerini ayaklandırmak diğer taraftan da kendilerine fatura edilen savaş tazminatlarını ödemek zorundadırlar. Kısaca her iki ülke de madden ve manen çökmüş durumdadır. Doğal olarak güçlerini birleştirmek ve birbirini desteklemekten başka çareleri yoktur. Peki, bu işbirliğinden tarafların çıkarları nelerdir? Bulgaristan ve Türkiye’nin ya da başka bir deyişle Bulgarların ve Türklerin bu dostluktan, dayanışmadan beklentileri nedir? İsterseniz bu konuya geçmeden önce, olayı daha iyi kavramak ve anlamak için Aleksandır Stamboliyski’yi tanımaya, onun siyasal kişiliğini ve dış politika anlayışını ortaya koymaya çalışalım. Kimdir bu ünlü Bulgar devlet adamı?

Aleksandır Stamboliyski, 1879’da Pazarcık’ın Slavovitsa yani Yanıkbayır köyünde dünyaya gelmiş fakir bir çiftçi çocuğudur. Doğal olarak yaşamında köylülerin ve çiftçilerin çok büyük yeri vardır. Almanya’da ziraat eğitimi almış, sonrasında her zaman köylü ve çiftçiyle iç içe olmuştur. Onların sorunlarıyla yakından ilgilenmiş, çözüm yolları aramıştır. Gençlik yıllarında siyasetle yakından ilgilenmiş, bir iddiaya göre de İttihat Terakki’nin toplantılarına katılmıştır. Konu ile ilgili olarak yine Doç. Dr. İbrahim Yalımov’un sözlerine kulak verelim:

“Aleksandır Stamboliyski Bulgaristan tarihinde demokratik bir çiftçi lideri olarak ortaya çıkıyor ve bilimsel deyimle, agrar ideolojinin temsilcisi ve bu ideolojiyi oluşturan, geliştiren bir kimse… İdeolojisi, siyaseti, demokratik… Demokrasiyle, şunu da şunu da görüyorum Bulgaristan halkının çoğunluğu köylüdür. Öyleyse Bulgaristan’da, Bulgaristan’ın iç ve dış siyaseti bu köylünün çıkarlarını göz önünde bulundurmak zorundadır.”

Aleksandır Stamboliyskiy’e göre, ezilen kesimlerin, özellikle de köylülerin sorunlarının çözümü savaşsız ve barışçıl bir dünyadan geçmektedir. Doğal olarak savaşa karşı çıkılması gereken bir olgudur. Düşüncesini eyleme dönüştüren Stamboliyski, savaş karşıtı mücadelesi nedeniyle 1915’de hapse atılır ve idamla yargılanır. Ancak 1918’de, askeri isyanı yatıştırması için serbest bırakılır. Bu, Stamboliyski açısından yeni bir dönemin, yıldızının parlamaya başladığı sürecin başlangıcı olmuş, başlangıcı olur. Düne kadar idamla yargılanırken kendini birden hükümette bakan olarak bulur. Ardından da 1919’da parti olarak iktidara gelir ve güç olur. Peki, savaşsız bir dünya isteyen, Bulgaristan’ın emperyalist politikalarına karşı çıkan Stamboliyski’nin dış politikasının esasları neydi?

Alkesandır Stamboliyski gerçek anlamda yurtsever bir insandır. Dış politikasının temelini tam bağımsızlık ve tarafsızlık oluşturmaktadır. Bunu da en iyi şekilde “Ben ne Rusofilim, ne de Germanofil… Ben sadece Bulgarofilim ve ancak Bulgarofil olabilirim”. “Biz Bulgaristan’ın Balkan Yarımadası’nda gerçek İsviçre olmasını istiyoruz” diyerek ortaya koymaktadır. Ancak tarafsız, bağımsız ve barışçıl bir dış politikadan yana olan Stamboliyski, ülkesinin Trakya ve Makedonya konusundaki temel taleplerinden vazgeçmiş değildir. Özellikle de Batı Trakya ve sıcak denizlere çıkma isteğinden… O kadar ki, Akdeniz’e çıkış, onun da olmazsa olmazlarından, vazgeçilmezlerinden olmuştur. Gazeteci Rıdvan Tümenoğlu bu konuda şunları söylemektedir:

“Şöyle, yani şimdi bu tabi ki vazgeçmiyor bir potansiyeli olmadığı için buna farklı şeyler, farklı yollar benimseyebiliyor. Mesela Aleksandır Stamboliyski, kendi doktrinini hazırlarken çok ilginç bir madde koyuyor. Bütün halkların açık denizlere çıkışı sağlanmalı. Bu sadece Bulgaristan’ı ilgilendiren bir şeydir, bu Bulgaristan’ın Ege denizine yani Akdeniz’e çıkışı için Aleksandır Stamboliyski’nin ideolojisine yerleştirdiği, söylevine yerleştirdiği bir ifade.”

Stamboliyski sadece sıcak denizlere çıkıştan değil, aynı zamanda Trakya ve Makedonya konularında da Bulgaristan’ın temel politikalarından vazgeçmiş değildir. Onu, kendinden öncekilerden farklı kılan, ülkesinin çıkarlarını savaş ve silahla değil barış ve diyalogla korumaya çalışıyor olmasıdır. Kısaca Stamboliyski, gerçekleştirilmesi olanaksız hayaller peşinde koşan değil, ayakları yere basan akılcı ve realist bir siyasetçidir. İktidarının temelini, Bulgaristan nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan köylü yani çiftçi oluşturmaktadır. Hal böyle olunca ülkede daha çok kırsal kesimde yaşayan ve çiftçilikle uğraşan Türkler de Aleksandır Stamboliyski’nin siyasal yaşamında önemli bir yere sahip bulunmaktadır.

Evet… Aleksandır Stamboliyski’yi ve dönemini kısaca da olsa tanımış olduk. İsterseniz şimdi gelin, tekrar Türk Bulgar ilişkilerine dönelim. Sofya, Türk Kurtuluş Savaşı’na neden destek vermekte, bu işbirliğinden ne beklemekte, ne ummaktadır? Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli’ye göre bunun öncelikli nedeni, iki ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda aynı cephede, ortak düşmana karşı omuz omuza birlikte savaşmasının iki ulus arasında ortaya çıkardığı yakınlıktır. Yrd. Doç. Dr. Türkan Doğruöz Dingiloğlu aynı bu konuda Sayın Sarıkoyuncu ile aynı görüştedir. Yalnız Sayın Dingiloğlu, iki ülke arasında dostluk ve işbirliğinin oluşmasında, Bulgaristan’ın Nöyi Antlaşmasıyla Ege Denizi’ne inme şansının ortadan kalkmasının da etkili olduğunu ilave olarak öne sürüyor. Gazeteci Rıdvan Tümenoğlu ise konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Bulgaristan’ın Türk Milli Mücadelesini desteklemesinin dostluktan öte, ileriye, kendisini doğrudan bağlayan bazı sebepleri var. Bunlardan birincisi Sevr’in de dâhil olduğu Versay sisteminde bir çatlak oluşturmak, yani Türklerin kazanacağı bir savaş Sevr’in yırtılıp atılması demek aynı zamanda Nöyi’ye de yeni bir tadilat getirebileceği düşüncesi.

Zorunlu dostluğun ve Bulgaristan’ın Türk Kurtuluş Savaşı’na destek vermesinin önemli bir nedeni de Yunanistan’ın kazanacağı bir savaşın, Bulgaristan’a Ege Denizi’ne çıkış ve Batı Trakya’yı ele geçirme şansını tamamen kaybettirecek olmasıdır.

Evet, Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Bulgaristan, Balkanlarda yalnızlığı oynayan bir ülkedir. Komşularından Türkiye dışında hepsiyle sorunludur ve dahası hepsiyle toprak ve tazminat sorunu bulunmaktadır. Doğal olarak böyle bir ortamda, son savaşta aynı cephede yer aldığı Türkiye’nin dostluğu, desteği ve işbirliği büyük önem taşımaktadır. Diğer taraftan Stamboliyski’nin hem iktidarını meşrulaştırmak hem de oluşturmaya çalıştığı yeni Bulgaristan’ın kabul edilmesini sağlamak için yine dış desteğe ihtiyacı vardır. Ancak daha da önemlisi, başarıya ulaşacak bir Türk Kurtuluş Savaşı, Bulgaristan için de Nöyi Antlaşması ve onun zincirlerinden kurtulması demektir. Sözün özü, Bulgaristan’ın ve Bulgarların Türk Kurtuluş Savaşı’na destek vermesinin temelinde asıl olarak bu beklenti ve inanç yatmaktadır.

Evet, Bulgaristan’ın Türkiye’den ve Türk Bulgar ilişkilerinden beklentisi kısaca böyle… Şimdi gelelim Türkiye’ye… Peki, Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Kurtuluş Hareketi’nin Bulgaristan’la iyi dostluk ilişkilerinin kurulmasından ve bunun geliştirilmesinden beklentisi neydi? Hangi neden ve çıkarlarla Türk Bulgar ilişkilerinin kurulmasını ve geliştirilmesini istemişti?

Ankara Hükümeti Bulgaristan’la iyi ilişkiler kurulmasına çok büyük önem verir. Çünkü bu sayede tanınmak ve Türk Kurtuluş Savaşı’na destek sağlama konusunda önemli bir kazanım elde etmiş olacaktır. Yine bu sayede, dış yardım ve bunların iletilmesi konusunda salt Sovyetler Birliği’ne bağımlı olmaktan da kurulanacaktır. Ayrıca Trakya’daki özellikle de Doğu Trakya’daki Milli Mücadeleye destek elde edilmiş olunacaktır. Şöyle ki, İstanbul ve boğazların işgali nedeniyle Doğu Trakya’ya yardım göndermek zordur. Hal böyle olunca da dost bir Bulgaristan, Trakya’daki Milli Mücadeleye önemli bir yardım kapısı demektir. Bu ise silahlı direniş ve önemli sayıda Yunan askerinin Trakya’da saplanıp kalması ve bu sayede Anadolu’daki mücadelenin biraz olsun rahatlaması demektir.

Evet, iki ülkenin ilişki kurmalarının ve birbirine destek vermelerinin temelinde karşılıklı çıkarlar yatmaktadır. Ancak 1918–1923 arasında Türk-Bulgar ilişkilerinin kurulmasında ve sağlıklı bir temele oturmasında Atatürk’ün kişiliğinin de çok büyük önemi vardır. Özellikle, Sofya’da görevde bulunduğu 1913 ile 1915 yılları arasında kurduğu dostlukların ve oluşturduğu güvenin… Konu ile ilgili olarak Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli şunları söylemektedir:

“Mustafa Kemal’in bu tanışıklığı daha sonra milli mücadeleyi Mustafa Kemal önderliğinde başlatılması sebebiyle bu Bulgar siyasi ve askeri adamlarının Türk milli mücadelesine daha bir güvenle bakmalarına sebebiyet vermiştir. Çünkü Bulgaristan’da Mustafa Kemal’i tanımışlar onun askeri dehasını ııı saygı duymuşlardır. Dolayısıyla burada kurduğu iyi ilişkiler sıcak ilişkiler temaslar daha sonraki dönemde de Türk-Bulgar daha rahat ilişki kurulmasını sağlamıştır.”

Bir iddiaya göre Mustafa Kemal Paşa’nın Aleksandır Stamboliyski’yle de Sofya’da görevde bulunduğu döneme dayanan tanışıklığı bulunmaktadır. Bu kişisel dostluktan ve Türkiye’nin uzattığı dostluk elinden Bulgar yöneticiler de her zaman yararlanır. Pek çok aydın ve yönetici başları sıkışınca, 1934’te askeri darbe sonrasında olduğu önemli olaylardan sonra Türkiye’ye kaçarlar. Prof. Dr. Cengiz HAKOV, konu ile ilgili olarak “1934’te askeri darbeden sonra, ekseriyetli yöneticiler Türkiye’ye kaçıyor. Atatürk onlar kabul ediyor, destek oluyor ve bunlar da genellikle Bulgaristan-Türkiye münasebetlerini müspet etkiliyor.”

Ortak çıkarlar, ortak amaçlar… Türk Bulgar dostluğunun temelinde yatan ana etkenler. Peki, müttefikler ve onların işbirlikçileri Yunanistan’a karşı ortak amaçlar ve çıkarların birleştirdiği Türkiye ve Bulgaristan arasında hiç mi sorun yoktu? Özellikle Trakya konusunda iki ülkenin çıkarları ve amaçları birbiriyle her zaman uyuş muydu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce Trakya’nın Bulgarlar için ne anlam taşıdığına ve bu konuda geliştirdikleri tezlere bir bakmak gerekir. Daha doğrusu Trakya’da kim ne bekliyordu, hangi hesaplar peşindeydi? Araştırmacı-yazar Nazif Karaçam konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Bulgarlarla öteden beri Bulgaristan’la Yunanistan Trakya üzerinde şey yapmaktadır mücadele vermektedirler. Büyük Yunanistan’ın bir parçası olarak Trakya görünmekte… Bulgaristan da Balkan Savaşında kaybettiği Trakya’yı Yunanistan’a kaptırmamak için bir mücadele halindeler. Bu itibarla Bulgarlar bize bu Yunan işgali sırasında yardımcı olmuşlardır anlayış göstermişlerdir.”

Trakya… Sofya’nın Büyük Bulgaristan ve Akdeniz’e çıkış, Atina’nın Megali İdea’yı hayalini gerçekleştirmek, Türklerinse hukuki haklarını ve varlıklarını korumak için mücadele ettikleri coğrafya.

"Bati Trakya için oradaki dindaşlarımızın Wilson prensiplerine dayanarak kendiliklerinden haklarını talep ve tarafımızdan icap eden yardım tarzının en uygunu olduğu, Bati Trakya parçasının yabancı sömürgesi olmaya katiyen razı olmaması ve Meriç'in doğusu ile birleştirilerek bağımsız bir hükümet tesisi ise Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin esaslarına aykırı olduğu gibi, bu sekil Edirne vilayetinin de kaybına sebep olacağından, katiyen çekinilmesi."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Trakya, özellikle de Batı Trakya Bulgarlar için her zaman büyük önem taşımıştır. Çünkü Sofya için Batı Trakya, sıcak denizlere, açık denizlere çıkmak demektir. Bölgenin Bulgarlar için ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu Stamboliyski’nin “Trakya’nın Yunanistan’a terki her Bulgarın kalbinde, derin bir elem duygusu uyandırmaktadır. Fakat Bulgar milleti yakın bir gelecekte, Akdeniz’de bir kapıya sahip olacağından katiyen şüphe etmemelidir. Çünkü Yunanistan, elde ettiği toprakları muhafaza edemez. Bulgaristan, Makedonya’yı, Trakya’yı, Çatalca’yı nasıl muhafaza edemedi ve kaybetti ise, Yunanistan da kendisine verilen büyük kemiği midesine indiremeyecektir.”sözünde açıkça görülmektedir. Günümüzde, Kırcaali’den geçip Dedeğaça’a yani Aleksandropoli’e inen Makaza yoluna bu kadar önem vermelerinin temelinde de hep bu duygu ve düşünce yatmaktadır.

Sofya, 1918–1923 arasında Trakya konusunda duruma ve koşullara göre farklı tezler geliştirir. Bu konuda önceliği, Batı Trakya’nın kuzeyi ve güneyi ile birlikte Bulgaristan’a dâhil edilmesine verir. Bunun mümkün olmadığını anladığında da bu kez Trakya’nın tamamının Fransa’nın mandası altında otonom bir bölge olarak kalmasını ister. Oysa bu, Ankara’nın Trakya politikasıyla çelişen bir durumdur.

"Doğu ve Batı Trakya’nın bir mülki birlik içinde ifade ve ilanı doğru değildir. Doğu Trakya, itiraz ve münakasa götürmez bir şekilde Türk vataninin bir parçasıdır. Bati Trakya ise, bir barış antlaşması ile vaktiyle bırakılmış bir vatan parçasıdır. Doğu ve Bati Trakya’nın ısrarla birliğini iddia etmek, Doğu Trakya üzerinde de, bazı yabancı iddialarına sebep olabilir. Doğu Trakya üzerine, hiçbir münakasa gündeme getirilmemelidir."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Mustafa Kemal Paşa, Ankara Hükümeti’nin Trakya politikasını bu sözlerle açıklamaktadır. Hal böyleyken, iki ülke neden ve neye dayanarak işbirliğine gitmişler ve birbirine destek vermişlerdir? Aslında Sofya’nın Doğu Trakya konusundaki talebi biraz da İstanbul’daki Bulgar diplomatlarının yanlış yorumuna dayanmaktadır. Onlara göre Anadolu’da Yunanlılar ile savaşan Türkler, İzmir karşılığında Trakya’daki haklarından vazgeçeceklerdir. Doğal olarak Yunan tezlerine karşı da Bulgar tezlerini destekleyeceklerdir. Ancak beklentiler boşa çıkar. Buna rağmen Bulgaristan’ın Türk Kurtuluş Savaşını desteklemeye devam eder. Özellikle San Remo Konferansı sonrasında ikili ilişkiler en üst seviyeye çıkar. Peki, ama neden? Konu ile ilgili Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Tabi aslında bir nevi daha güçsüz düşman olarak gördüğü için. Çünkü düşündüğünüzde Türklerin arkasında kimse yok ama Yunanistan’ın arkasında Fransa ve İngiltere var. Dolayısı ile yani sadece Türkleri yenerek siz Trakya ya sahip olabilirsiniz ama Yunanistan’ın devirseniz bile İngiltere ve Fransa ne yapacak? Ddevreye girecek…Böylelikle, yani, başarılı olamayacaksınız.”

Evet, durum ortadadır. Londra’nın ve Paris’in desteklediği Atina’yı Trakya’da devre dışı bırakmak zordur. Ancak söz konusu olan Bulgaristan Türkiye çekişmesi olunca durum değişecektir. Böyle bir durumda Batı, nasıl olsa Bulgaristan’ı destekleyecektir. İtilaf devletleri, bunu zaten 10 Ocak 1917’de açıkça ifade etmemişler miydi? Amerika Birleşik Devletleri başkanı Wilson’a yakın doğudaki asıl amaçlarının; “Türk hâkimiyetindeki milletlerin kurtarılması, Batı Medeniyetine yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’dan uzaklaştırılması” olduğunu söylememişler miydi? Bunun farkında ve bilincinde olan Sofya, bölgesel dış politikasını, planlarını, beklentilerini bu düşünce üzerine oluşturur. Önceliği, Yunanistan, oyun dışı kalana kadar, Türkiye’nin desteklenmesine verir. Ancak nedeni ne olursa olsun, 1918–1923 yılları arasında yaşanan Türk Bulgar dostluğu, günümüzde bile Balkanlarda örnek olarak gösterilecek bir ilişkidir.

1918–23 arasında Türk Bulgar ilişkilerinde kırılma noktası 1920 Nisanının 19’da başlayıp 26’sında sona eren San Remo Konferansıdır. Bundan dolayı 1918–1923 Türk Bulgar ilişkilerini San Remo öncesi ve sonrası diye iki bölümde ele almak çok daha doğru olacaktır. Şimdi isterseniz 1918 Eylülüne Bulgar Cephesine dönelim ve Türk Bulgar ilişkilerinin birinci evresini yani, az çok sorunlu ve belirsiz olan San Remo Konferansı öncesini ortaya koymaya çalışalım.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Bulgar Cephesi, 19 Eylül 1918’de hiç umulmadık şekilde bir iki gün içinde çöker. Cephenin çöküşü Osmanlı Devlet adamları endişelendirir. Çünkü bu, Doğu Trakya’nın da düşman saldırısına açık olması demektir. Ancak İtilaf güçlerinden beklenen saldırı, daha doğrusu girişimi hiç beklenilmeyen bir yerden, bozguna uğramış Bulgar ordusundan gelir. Selanik önünden geri çekilen birliklerden bir kısmı Edirne’ye yönelir. Prof. Dr. Hasan Berke Dilan bu konuda şunları söylemektedir:
“Dağılan ordusu karaağaçta toplanmaya başlıyor. Ve niyetleri Edirne’ye girmek, bakın Edirne’yi ele geçirmek, Edirne’yi talan etmek, Edirne’yi yağmalamak.”

Edirne savunmasızdır. Ufak sınır birliklerinden başka bölgede asker yoktur. Korku ve heyecan doruktadır, insanlar tedirgindir. Ya Balkan Savaşı’nda yaşanan acılar yeniden tekrarlanırsa? Herkesin kafasında bu soruların gezdiği bir dönemde ilginç bir olay yaşanır. Konu ile ilgili olarak tekrar Prof. Dr. Hasan Berke Dilan’a kulak verelim:
“Bu arada iki tane bu arada iki tane Alman motorize ekibi ortaya çıkıyor. Karaağaç üzerinden Edirne’ye girebilmek için Meriç köprüsü ve Tunca köprüsü var iki köprüyü havaya uçurmak için, uçurmak üzere geliyorlar.

Alman askerlerinin kararlı duruşu, Bulgar askerlerini bu girişimlerinden vaz geçirir. İki ülke arasında ilişkilerin bozulmasına yol açabilecek sorun da böylece ortadan kalkmış olur. Fakat bununla iki ülke arasında ilişkileri zora sokacak olayların, gelişmelerin tamamının ortadan kalktığını söylemek zordur. Çünkü savaş sonrasının kargaşa ortamında yaşanan belirsizliklerle dolu dönemdir ve böyle dönemler, her zaman sorunlara gebedir. Tartışma konusu olan bölgenin başında da Türklerin egemen ve çoğunlukta olduğu Trakya bölgesi gelmektedir.

"En önemli mesele, Bati Trakya’da ezici nüfus çoğunluğunu oluşturan Türklerin kesinlikle hiçbir yabancı idaresi ve himayesine yönelmemeleridir. İlk adım olarak bağımsızlık veya muhtariyetlerini kazanmaya çalışmalıdırlar... Batı Trakyalılar ancak Wilson prensiplerini ileri sürerek ve milli birliklerine ve milli teşkilatlarına dayanarak bağımsızlıklarına ulaşabilirler. Barışın imzasından sonra ortaya çıkacak duruma göre ana vatana katılma fırsatı göz önüne alınabilir. Trakya-Paşaeli Cemiyeti'nin siyasi programı, mütareke imzaladığı gün, hududumuz içinde kalmış olan Doğu Trakya’nın, Türk vataninin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmek ve bu anlayışla savunmak olmalıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Trakya… Doğusu resmen Osmanlının parçası olan, Batısı ise statüsü tam belirli olmayan üç ülke arasında sıkışıp kalmış, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu coğrafya. Sofya ve Atina Trakya’nın kendi egemenliğine verilmesini sağlamak için amansız bir mücadele içindedir.

Bulgaristan ve Yunanistan, çıkardıkları kitaplar, hazırladıkları raporlarla iddialarını ortaya koyarlar. Demografik yapı ve toprak mülkiyeti ile ilgili olarak ortaya konan bu iddialara karşı Türkler de kendi çalışmalarını, barış görüşmelerinin taraflarına sunarlar. Moskova Büyükelçisi Galip Kemali Söylemezoğlu’nun resmi kayıtlara dayanarak yaptığı Bulgaristan sınırları içinde kalan Batı Trakya’yı da içine alan çalışmaya göre bölgenin demografik yapısı şu şekildedir:

Türk :992.687
Rum :253.768
Bulgar : 88.702
Diğer : 40.869

Mülkiyet ilişkilerine bakıldığında da değişen bir şey yoktur. Türkler, nüfusta olduğu gibi toprak üzerindeki mülkiyet konusunda da Trakya’da ezici bir üstünlüğe sahiptir. Yine Galip Kemali Söylemezoğlu’nun çalışmasına göre toprakların %79’una Türkler, %13’üne Rumlar, %7’sine Bulgarlar, %1’ne de diğer gruplar sahip bulunmaktadır. Hal böyleyken itilaf devletleri bildiklerini okurlar. Daha doğrusu kafalarındaki planı uygulamaya koyarlar ve bölgeyi Yunanistan’a verirler. Dahası bunu kolaylaştırmak için her türlü yardımı da yaparlar. Bazen uluslararası anlaşmalarla bazen de askeri operasyonlarla Yunanistan’ın pozisyonunu sağlamlaştırırlar. Bunun en göze çarpıcı örneği 4 Kasım 1918’de yaşanır. Fransız Ordusu, sözüm ona Uzunköprü-Sirkeci demiryolunu kontrol altına almak ve işletmek bahanesiyle bölgeye asker göndermeye başlar. Yrd. Doç. Dr.Türkan Doğruöz Dingiloğlu, bu konuda “Kasım ayından itibaren başlayan bu sevk kasım aralık ocak ayına kadar devam etti. 14 Ocak’ta ise şöyle bir olayla karşılaştık. Hep Fransız’lar beklenirken birden bire Fransız’lar demiryolu hattını yunanlılara teslim ettiler ve 14 Ocak 1918’den itibaren Yunan askerleri Trakya’ya sevk edilmeye başlandı.” demektedir.

Evet, Doğu Trakya’nın kime verileceği artık bellidir. Bölgenin sahibi Osmanlı Devleti gelişmeler karşısında sessizliğini korur. Bulgaristan ise oldubittiyi kabullenmez. Doğu Trakya üzerinde hiçbir hakkı olmamasına rağmen durumu, itilaf devletleri nezdinde protesto eder. Fakat değişen bir şey olmaz. Türkler de Bulgarlar da Trakya konusunda birbirlerine rakip olmadıklarını, asıl rakiplerinin Atina olduğunu bir kez daha görürler. Ancak hem Türkler hem Bulgarlar çıkmayan candan umut kesilmez misali, durumun lehlerine değişeceği konusundaki beklentilerini, umutlarını korumayı sürdürürler. Daha doğrusu gerçeklerle yüzleşmekten kaçmaya ve devekuşu misali kafalarını kuma gömüm hayaller içinde yaşamaya devam ederler. Ancak, 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda beklenen olmaz. Kimse, Trakya gerçeğini göz önüne almaz. Dahası bölgenin demografik yapısı ve mülkiyet durumuyla ilgili olarak hazırlanan tabloları, grafikleri hiç önemsemez. Aslında başta İngiltere olmak üzere müttefiklerin niyeti bellidir. Doğal olarak, verilen sayıların, rakamların hiçbir anlamı yoktur. Hal böyle olunca niyetler hayata geçirilir ve Trakya, Yunanistan’a verilir. Umudunu Amerikan’ın desteğine bağlayan Sofya, hayal kırıklığı içindedir.

Burada yeri gelmişken bir konuya daha açıklık getirmekte yarar var. Trakya’yı topraklarına katmak isteyen Yunanistan’ın bu konudaki faaliyetleri salt diplomatik ve siyasi kanallarla sınırlı değildir. İşi şansa bırakmamak ya da uluslararası barış görüşmelerinde elindeki kozu güçlendirebilmek, pazarlık gücünü artırabilmek için özellikle Doğu Trakya’da Rum çetelerin kurulmasına destek verir. Daha doğrusu kurdurur. Araştırmacı-yazar Ayhan Tunca konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Tren yollarını Fransız’lar adına onlar denetlerken, kurdukları denetim mekanizması ve bu doğrultudaki örgütlenmeyle aslında Trakya’nın doğu Trakya’nın içlerine giden bir ör örgütlenmenin de bir alt yapısını yaratmışlar.”

Yrd. Doç. Dr.Türkan Doğruöz Dingiloğlu ise “bir örnek vermek gerekirse Babaeski’de sadece Hıristiyan gençlere verilmek üzere Yunan askeri Türklüğe karşı Türklerle yerli Rumları birbirine karşı kışkırtıcı tiyatro eserleri sahneye koymaya başladılar. Böylece halk arasında daha doğrusu yüzyıllar boyunca dost yaşamış olan halk arasında bir ayrımcılık başlamıştı.” demektedir.

Yapılan bununla da sınırlı kalmaz. Çete ve derneklerin gücü, Yunan Ordusundan terhis edilen askerlerin katılımı ve sağlanan silah desteğiyle her geçen gün artar. Araştırmacı-yazar Ayhan Tunca bu konuda “Nasıl olmuş bu? Selanik’ten kalkıyor, İstanbul’a gidecek bir trenin güya güvenlik içinde geçmesi sağlanırken burada görev alan askerler var. Bu askerler zaman zaman terhis edildiler duyurusu adı altında buralarda kalıyor. Terhis ediliyorlar doğu Trakya’da. Ama doğu Trakya da terhis edilenler buralarda kalıyor ve yerli Yunanlarla derhal bir iş birliğine giriyorlar. Tam anlamıyla bir örgütlenmedir. Bir işgal hazırlığıdır.”

Bunları, özellikle dönemin gizli yazışmalarından öğrendiklerini ifade eden Yrd. Doç. Dr. Türkan Doğruöz Dingiloğlu, konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Bunları özellikle Mustafa Kemal Paşanın bu dönemde gizli olarak göndermiş olduğu bir şifreden çok iyi anlıyoruz. Onda deniliyordu ki, Kırklareli, Tekirdağ, Çatalca, Bursa bölgelerinde Yunanlıların kurmuş oldukları mavrimira cemiyetinden bahsediliyordu. Ve bu mavrimira cemiyeti görünüşte sadece muhacirleri korumak için kurulmuş olan onlara ilaç, sağlık ihtiyaçlarını karşılayacak malzemeler yollayan bir Yunan yardım kuruluşu gibi gösterilmekteydi. Ama aslında tamamen silah ve asker sevkıyatı için kullanılıyordu. Ve özellikle Kırklareli ve Tekirdağ’ında ki Mavrimira cemiyetinde çocuklar için izci grupları kurulmasına rağmen 20 yaşındaki gençlerinde bulunduğu dikkat çekiyordu.”

Türklerin ve Bulgarların işbirliği yapmaktan başka seçenekleri yoktur. Ancak hem Türkler hem Bulgarlar sorunun görüşmeler yoluyla çözüleceğine dair safça inançlarını korumayı hala sürdürmektedirler. Ancak bunun bir hayal, bir avunma olduğunu iki taraf kısa bir süre sonra anlayacaktır. Burada yeri gelmişken önemli bir konuya açıklık getirmekte fayda var. Türk Bulgar ilişkilerinde olayın tarafı dediğimiz Türkler kimdir? Ankara mıdır, Trakya mıdır yoksa her ikisi midir? İsterseniz şimdi bu soruya yanıt verelim ve öncelikle Trakya’da milli mücadele denince akla ne geldiğini, ne anlaşıldığını ortaya koymaya çalışalım. Çünkü bunu yapmak Türk Bulgar ilişkilerini de anlamamızı sağlayacaktır. Kısaca belirtmek gerekirse Türk Bulgar ilişkileri önce Sofya ile Trakya’da Milli Mücadele hareketi arasındaki ilişki olarak başlamış, sonra Sofya-Ankara şeklinde devam etmiştir.

Trakya’da milli mücadele Türkler açısından iki döneme ayrılır. Yunan işgalinin tamamlandığı 26 Temmuz 1920 öncesi ve sonrası. Bu tarihten önce Trakya milli mücadelenin kontrolü Trakya-Paşaeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti ile Birinci Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’dadır. Sonrası ise Mustafa Kemal başkanlığındaki TBMM hükümetindedir. İsterseniz şimdi Trakya’da milli mücadeleye kısaca bir göz atalım.

Trakya’da milli mücadelenin temellerinin atılması 19 Eylül 1918 sonrasına dayanır. Belirtilen tarihte Bulgar cephesini 1–2 gün içinde çökmesi Doğu Trakya’yı da saldırıya açık hale getirir. Bu gelişme üzerine Osmanlı genel Kurmay’ı harekete geçer. Birinci Kolorduyu, bölgenin savunmasını sağlamak amacıyla Edirne vilayetine gönderir. Bu arada aynı tarihlerde Trakya’nın daha doğrusu bölgede Türklerin varlığı ve geleceği açısından ilginç ve önemli bir gelişme daha yaşanır.1918 Eylülünün sonuna doğru Berlin’den dönen Talat Paşa, Edirne Tren İstasyonu’nda şehrin ileri gelenleriyle görüşür. Onlara, gelecekteki kötü günler için halk teşkilatları kurmaları konusunda önerilerde bulunur. Aynı öneri, günümüzde MİT olarak bilinen Teşkilatı Mahsusa’nın önde gelenlerince de dile getirilir. Durum anlaşılmış, mesaj alınmıştır. İş başa düşmüştür. Anlaşılan odur ki, Trakyalılar kendi göbeklerini kendileri keseceklerdir. Öyle de olur. Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre, Trakyalılar 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes anlaşmasının imzalanmasından hemen iki gün sonra tarih sahnesine çıkarlar. 2 Kasım 1918’de daha sonra Trakya-Paşaeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adını alacak olan derneklerini kurarlar. Bu konuda araştırmacı-yazar Ayhan Tunca, “Nerde Babaeski’nin kuleli köyünde bi samanlıkta yani işte bilinmeyen yanı budur. Orda Edirne belediye başkanı Şevket bey ve Mehmet Çelebi Aykut buradan gidiyorlar Tahsin Yolageldi’liyi çağırıyorlar bu konuda artık bir kuruluş adımının atılması kararı orda veriliyor” demektedir.

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Türkiye’de kurulan ilk dernek olan Trakya Paşaeli Cemiyeti, kurucularından Faik Kaltakkıran’a göre 7 Kasım 1918’de kurulmuş ve 30 Kasım 1918’de de resmiyet kazanmıştır. Amacı ise tüzüğünde “ilmi, siyasi, medeni vasıtalarla Türk Trakya’sının Osmanlı camiasından ayrılmamasına hizmetten ibarettir.” şeklinde ifade edilmiştir. Yrd. Doç. Dr. Türkan Doğruöz Dingiloğlu, Trakya Paşaeli Cemiyeti ile ilgili olarak “Asla silahlı bir direniş düşünülmüyor bunu sadece çıkaracakları istatistiklerle yaptıkları çalışmalarla medeni devletlere anlatabileceklerini düşünüyorlar” demektedir.

Evet, Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin amacı Trakya’nın, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalmasını sağlamaktır. Bu amaca erişmek için kullanılacak araç ise ilmi, siyasi ve medeni vasıtalardır. Görüldüğü üzere, silahlı direniş ve mücadele ilk başlarda yoktur. Cemiyet yöneticileri, amaca barışçıl yollarla ulaşacaklarına ve medeni dünyanın kendilerine hak vereceğine inanmaktadır. Ancak bu safça inanışın, çok da doğru bir yöntem olmadığını fazla zaman geçmeden öğreneceklerdir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgaliyle gerçeklerle yüz yüze gelirler. Takke düşmüş kel görünmüştür. Artık barışçıl yoldan çözüme ulaşılamayacağı anlaşılmıştır. Görülmüştür ki, medeni dünya, savunduğu değerleri, inandığı fikirleri, işine gelmeyince hiç takmamaktadır. Bu gelişme üzerine Trakya Paşaeli Cemiyeti tutum değişikliğine gider. 31 Mart 1920’de toplanan Lüleburgaz Kongresi’nde silahlı direnişe karar verir. Ancak silahlı mücadele için artık oldukça geçtir. Olası bir Yunan işgaline karşı organize olmak için ne zaman yeterlidir, ne de toplumun psikolojisi uygundur. Çünkü bir tarafta itilaf devletleri, diğer tarafta İstanbul’daki hükümet ve işbirlikçiler silahlı direniş için gerekli olan maddi ve manevi güçleri zayıflatmışlardır. Ama umudu hiçbir zaman yok edememişlerdir.

İkiyüzlü müttefik emperyalistler, ulusların siyasi özgürlükleri adı altında, bütün dünyayı bir mezbahaya çevirdiler. Bugün Paris’te bıyık altından gülerek milletlerarası haydutluğun pratiği yapılmaktadır. Bunlar memleketleri parçalara ayırıp bölerek onları, milletler arası kapitalizmin esareti altına atmaktadırlar.
Dimıtır Blagoev

Türkler ve Bulgarlar ya inandıklarından ya da ellerinden bir şey gelmediğinden iyi niyetlerini korumaya devam ederler. Trakya’da yaşanan egemenlik sorununun barışçıl yollardan çözüleceğine olan inançlarını korumayı sürdürürler. Onların böyle bir tutum sergiledikleri dönemde müttefikler, yapacaklarını yaparlar. Bulgaristan’ın önüne savaşın faturasını koyarlar. 29 Kasım 1919’da Nöyi Anlaşması’nı Bulgaristan’a imzalatırlar. Peki, Nöyi anlaşması Bulgaristan için ne ifade ediyor, ne anlam taşıyordu? Gazeteci Rıdvan Tümenoğlu bu konuda şunları söylemektedir:

“Bulgaristan daha 1878 de prenslik olarak kurulduğu andan itibaren nogo (veliko) Bulgarya yani büyük Bulgarya diye bir hedefi var. İşte Doburca’nın da dâhil olduğu Makedonya’nın da dâhil olduğu batı Trakya’nın da dâhil olduğu bugün bizim Trakya’da ki top Trakya bölgemizin bir kısmını dâhil olduğu büyük bir Bulgaristan kurma hedefi var. Nöyi anlaşmasıyla Bulgaristan’ın gündeminden bunlar tamamıyla çıkıyor.” Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli, Nöyi Antlaşması için, “Bulgaristan için çok ağır şartlar içeren Nöyi anlaşması Bulgaristan’ın tamamen siyasi ve ekonomik özgürlüğünü ve bağımsızlığını elinden alan bir anlaşma olmuştur.” demektedir. Araştırmacı-Yazar Rıdvan Tümenoğlu da bu konuda “Bi diğer önemli maddesi askeri anlaşmada. Yani Bulgaristan Nöyi anlaşmasıyla birlikte çok cüzi bir miktarda sadece jandarma kuvveti kurabiliyor. Bunun dışında gençlik faaliyeti olan izci kampları kurarken bile müttefiklerden izin almak zorunda.”

Nöyi anlaşması Bulgaristan için bir utanç ve mahkûmiyet belgesidir. Anlaşma gereğince Bulgaristan, 37 yıl içinde müttefiklere artan faizle 2 milyar 250 milyon altın Frank ödeyecektir. Ekonomik ve ticari hayatını tamamıyla müttefiklerin çıkarlarına ve isteklerine göre belirleyecektir. Araştırmacı-yazar Rıdvan TÜMENOĞLU, “Bununla bu savaş tazminatını yanı sıra öyle maddeler koyuyorlar ki Nöyi ye ha bunlardan bir tanesi, Pernik bölgesindeki madenleri işletme hakkı Yugos şey tabii savaştan sonra Yugoslavya Sırbistan’a veriliyor.”

Sofya’nın eli kolu bağlıdır. Dayatmaların ardı arkası kesilmemektedir. Alınan kararlara göre Sofya, sahip olduğu az sayıdaki askeri fabrikasını da kapatmak zorundadır. Ancak Bulgar halkı ve Bulgaristan için en aşağılayıcı ve onur kırıcı madde canlı hayvanla ilgili olanıdır. Bununla ilgili olarak Rıdvan Tümenoğlu, şunları söylemektedir: “Maddede Bulgaristan o kadar aşağıya çekiliyor ki o kadar alt sınıra indiriliyor ki işte Yunanistan’a 150 inek vericek. İşte şunlardan bu kadarı üç yaşını geçmemiş olacak işte Romanya’ya şu kadar manda vericek kadar bir devlet için uluslar arası, 10 tanenin üzerinde devletin büyük devletin onayladığı bir anlaşmada yer almayacak maddeleri yer alıyor.”

Anlaşmayla ayrıca giderleri Bulgaristan tarafından karşılanmak üzere biri askeri bir de tazminat olmak üzere iki komisyon kurulur. Askeri komisyonun görevi, Bulgar ordusunun silahsızlandırılmasını, saklanan silahların ortaya çıkarılmasıdır. Tazminat komisyonu ise galiplerin, Bulgaristan’dan alacaklarını tahsil etmektir. Barış Anlaşması şartlarının Sofya’ya verilmesiyle birlikte Trakya’da yıldırım hızında gelişmeler yaşanır. İstanbul’da bulunan Batı Trakya Komitesi merkezini ekim ayında Gümülcine’ye nakleder. Bölgede merkezi Gümülcine olmak üzere Fransa tarafından 15 Ekim 1919’da Müttefikler Arası Batı Trakya Hükümeti kurulur. Hemen ertesi gün Trakya Paşaeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Edirne’de ikinci kongresini gerçekleştirir. Bir gün sonra da Yunan Ordusu, İskeçe’yi işgal eder. 18 Ekim 1919’da da Bulgarlar Batı Trakya’yı tamamen boşaltırlar. Şimdi sıra, Batı Trakya’nın Yunanistan tarafından işgale hazır hale getirilmesine gelmiştir. Bulgarlar ve Türkler bir kez daha işbirliği içinde olmaları gereğinin farkına varırlar. Ancak hala son bir umut, hala safça bir beklenti ve anlamsız güven bu süreci uzatır. En son, ne zaman ki, 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilir, ne zaman ki, Sevr’in provası olan San Remo Anlaşması imzalanır, Türkler de Bulgarlar da işin ciddiyetinin farkına varırlar. Artık Türkler için bir vatan, Bulgarlar için de Akdeniz’e çıkmak gibi bir şey söz konusu değildir. Doç. Dr. Esra Sarıkoyuncu Değerli bununla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Sevr anlaşmasının bir nevi ön provası olan San Remo konferansı gerçekleşti ve bu San remo konferansında resmen İngiltere’nin dikte etmesiyle maddeleştirilerek Trakya’nın tamamen Yunanistan’a verileceği karalaştırılmıştır. Ve dolayısıyla San Remo konferansı kararları Bulgaristan için bir yıkım teşkil etti. Bundan sonra Türklerle ortak ıı çalışarak Yunanistan’ı şeyden Trakya’dan çıkarmak için mücadeleye başladılar.”

“Şimdi bizim komşumuz olan Türkiye ile iyi ilişkilerimiz sadece iyi ve dostane olabilirler. Ortak çıkarlarımız bizleri barış içinde yaşamaya zorlamaktadır.”
Aleksandır Stamboliyski
Başbakan-Bulgaristan

Evet, Türkler de Bulgarlar da pabucun pahalı olduğunu anlarlar. İki ulus ve iki ülke de anlamış ve görmüşlerdir ki, itilaf devletleri tarafından desteklenen Yunanistan ile tek başlarına mücadele etmeleri zordur. Hele hele uluslararası arenada hukuki yoldan yenmekse iyice olanaksızdır. Yapılması gereken tek şey, Yunanistan’ı askeri olarak mağlup etmek ve sonra müzakere yoluyla istediğini almaktır. Doğal olarak bu bağlamda iki ülkeye ve ulusa düşen görev işbirliği yapmak ve birbirini desteklemektir. Ancak Bulgaristan’ın topyekûn bir kurtuluş savaşı verme olanağı yoktur.

“Ülkemizde milliyetçilik duygularının kabarmasında Türk halkının başarısının çok etkili olduğunu biliyoruz. Fakat Anadolu’daki şartlarla bizdeki şartlar arasında çok büyük farklılıklar vardır. Türk milliyetçilerinin yaptığını bizimkileri yapamaz. Bulgar burjuvazisinin milliyetçiliği iflas etti ve değersiz mangır gibi kaldı”
Vasil Kolarov

Vasil Kolarov’un da belirttiği üzere Bulgaristan’ın hem maddi hem de manevi koşullar nedeniyle bağımsızlık savaşı vermesi zordur. Hal böyle olunca da Sofya’nın mutlu amacına ulaşabilmesi yani sıcak denizlere çıkabilmesi, özgür ve bağımsız bir devlet olabilmesi için geriye tek bir seçeneği kalmaktadır. O da Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasını beklemek. Doğal olarak yapılması gereken şey Türk Kurtuluş Savaşı’nın desteklenmesidir. Özellikle de Trakya’nın tamamında Bulgar çetelerle, Trakya’daki Türk Milli Hareketi arasında işbirliğinin sağlanmasıdır. Aslında 26 Temmuz 1920’den önceki ilişkiyi, Trakya’da Türk Milli Hareketi ile Bulgarlar arasındaki ilişki olarak tanımlamak çok daha doğru olacaktır. Peki, ama Bulgaristan, Cafer Tayyar Paşa’nın liderliğini yaptığı Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin organize ettiği bu hareketi neden desteklemektedir? Gazeteci Rıdvan Tümenoğlu’na göre bunun nedeni: “Bulgaristan’ın buradaki düşüncesi daha önce Şark-i Rumeli’de yaşadığı bir şey var Bulgaristan’ın biliyorsunuz. Yani 1878’de doğu Rumeli vilayeti kuruluyor ve 1885’te Bulgaristan bunu ilhak ediyor. Aynı durumu acaba Trakya da yaşanır mı burada bir bağımsız müstakil, işte müttefiklerin denetiminde kurulacak bir Trakya cumhuriyetini biz ileride Bulgaristan sınırlarına dâhil edebilir miyiz? Düşüncesi öncelikli olarak Cafer Tayyar’la ilişkilere öncelik vermesi temel sebebi bu.”

Aslında bu, Sofya açısından boşuna bir beklentidir. Bağımsız Trakya Cumhuriyeti’ni düşünenlerin bile ana fikri en sonunda Anadolu ile birleşmektir. Yrd. Doç. Dr. Zülal Keleş bu konuda, “Tıpkı batı doğudaki Cenubi Garbi Kafkas hükümeti gibi daha sonra problemler çözüldükten sonra anavatana katılma kaydıyla geçici bir cumhuriyet kurulması fikrini savunanlar vardı. Bir kısmı da özellikle Fransızların manda terliğini tercih ederek Fransız mandasında yine bağımsız bir yapı bir siyasi teşekkül haline gelmek ve arkasında yeri geldiğinde Osmanlı ya veya Türkiye ye ilhak edilmesi düşüncesini taşıyor.”

Evet, Trakya’da Milli Mücadele Hareketi, bağımsız Trakya Cumhuriyeti fikrini her zaman canlı tutmuştur. Ancak bu, mutlak ve ayrı bir cumhuriyet fikrinden çok, B planı olarak tutulan bir düşüncedir. Nedeni de Türk Kurtuluş Mücadelesi’nin herhangi bir şekilde başarısızlığa uğraması durumuna, bağımsız bir Türk Devleti’ni alternatif olarak hazır bulundurma isteğidir. Aslında 1913’te kurulan Batı Trakya Cumhuriyeti ve 19 Eylül 1924’te Sovyetler Birliğine yazılan mektup, bağımsız bir devlet kurma konusunda Trakya Türklerinin hassasiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Ne yazık ki, Bulgaristan sınırları içindeki Koşukavak, Mestanlı, Darıdere, Paşmaklı, Ropçoz kısaca 1913 Batı Trakya Cumhuriyeti sınırlarını içine alan bağımsız devlet olma isteği, Sovyetler Birliği’nin olumlu bakmaması nedeniyle hayata geçirilememiştir.

“Bulgarlarla işbirliği yolunda denemelerde bulunduğunuzu bildiriyorsunuz. Bu olumlu bir davranıştır”
Mustafa Kemal Atatürk

Bulgarlar ve Türkler arasında ilk yardım ve diyalog 1920’nin başlarında Trakya’da yaşar. Bulgaristan’daki Askeri komisyonda görevli İngiliz temsilcisine göre 22 Mart 1920’de bir miktar silah, Kemalist ihtilalcilere verilmek üzere Türkiye’ye sevk edilmiştir. Bu olayı işbirliği ve diyalogun ilk başlangıcı olarak kabul etmek ne kadar doğrudur bilinmez. Çünkü böyle bir silah sevkıyatı, en azından öncesinde, çeteler boyutunda bir işbirliğinin varlığını gerektirmektedir. Doğal olarak işbirliğinin geçmişinin biraz daha önceye gitme olasılığı vardır. Ancak Türk Bulgar ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak 23 Nisan 1920’yi kabul etmek çok daha doğru olacaktır. Çünkü TBMM’nin açılışı ve Ankara’da yeni bir hükümetin varlığı her anlamda değişimin de habercisidir.

dokümanın devamı için tıklayınız...

 
   

Kaynak: Metin EDİRNELİ

 

Ekleyen:Ümit SERT
Kaynak:(Alıntıdır)
Aradığınız Dokümanı Bulamadıysanız, Farklı Araştırmalar Yapmak İstiyorsanız Site İçi Arama Yapabilirsiniz!

Ödev ve Araştırmalarınız için www.arsivbelge.com Sitesinde Kaynak Arayın:

Ödev ve Araştırmalarınız için Arama Yapın:
     Benzer Dokümanları İnceleyin
Türk Dış Politikası - Makale(5423)

Orta Asya ( İslamiyet Öncesi ) Türk Tarihi ilkler - enler(5388)

Türk - Arap Siyasi İlişkileri(5387)

Orta Asya Türk Tarihi(5386)

İlk İslami Türk Eserleri(5385)

          Tanıtım Yazıları
      
Türkçe İtalyanca ve Almanca Cümle Çevirisi İçin Birimçevir Sitesi

Esenyurt, Beylikdüzü ve Kartal Bölgelerinde Satılık Daire İlanları

Belge Çevirisi

Siz de Tanıtım Yazısı Yayınlamak İçin Tıklayın

Diğer Dökümanlarımızı görmek için: www.arsivbelge.com tıklayın.          

Siz de Yorum Yapmak İstiyorsanız Sayfanın Altındaki Formu Kullanarak Yorum Yazabilirsiniz!

Yorum Yaz          
Öncelikle Yandaki İşlemin Sonucunu Yazın: İşlemin Sonucunu Kutucuğa Yazınız!
Ad Soyad:
          
Yorumunuz site yönetimi tarafından onaylandıktan sonra yayınlanacaktır!